Ayşegül Kesirli
“Hellboy” serisinin ilk filmi vizyona girdiğinde henüz “Pan’ın Labirenti” çekilmemişti. Dolayısıyla bizler Guillermo del Toro’nun hayal gücü geniş ve gelecek vaat eden bir yönetmen olduğunu bilsek de, “Hellboy”un hemen ardından “Pan’ın Labirenti” gibi bir şahesere imza atabileceğini tahmin edememiştik. Bu durum ister istemez Guillermo del Toro için bir dezavantaj da yarattı. İki “Hellboy” filminin arasına giren “Pan’ın Labirenti,” “Hellboy 2: Altın Ordu”dan beklentilerimizi yükseltti. Böylelikle Guillermo del Toro, serinin ilk filminde anlattığı maceraya kaldığı yerden devam etmenin ve seyirciye herhangi bir farklılık hissettirmemenin verdiği sorumlulukla beraber, ortaya çok daha yaratıcı ve derinlikli bir film çıkartmakla görevlendirildi.
“Hellboy 2: Altın Ordu”da yönetmenin bu görevin üstesinden başarıyla geldiğini söyleyebiliriz. Serinin ikinci filmi, Rasputin’in yeniden canlanma kabiliyetine sahip canavarlarıyla yer yer “Alien” serisinin unutulmaz yaratıklarına göz kırpan “Hellboy”a kıyasla çok daha zengin ve sınır tanımaz bir yapım. Guillermo del Toro’nun hayal gücünü beyazperdeye yansıtmadaki ustalığı ve görsel efektleri kontrol altında tutmadaki başarısı filmi, neredeyse Peter Jackson’ın “Yüzüklerin Efendisi” serisiyle rekabet edebilecek düzeye taşımakta. Ancak “Hellboy 2: Altın Ordu”nun aksiyon sahnelerinin sınırlı ve yetersiz kalması, filmin bu rekabetten mağlup ayrılmasına neden olmakta.
Guillermo del Toro, film süresince saf aksiyon sahnelerinde de yetkinliğini koruyabilen bir yönetmen olduğunu başarıyla ispat ediyor aslında. Fakat yönetmenin bu tür sahneleri filmin geneline yaymak yerine bölüm bölüm göstermeyi tercih etmesi aksiyon sahneleriyle bir anda hareketlenen filmin temposunun, aynı hızla durağanlaşmasına neden oluyor. Oysa “Hellboy 2: Altın Ordu,” fantastik yönünü bir kenara bıraktığımızda gerek başkarakterinin Bruce Willis’in 90’lı yıllarda canlandırdığı eski aksiyon kahramanlarına benzer tavırları, gerekse egzotik romantizmiyle eski tip bir aksiyon filmini andırmakta.
Bu taraftan bakıldığında, eğer “Hellboy 2: Altın Ordu”nun aksiyon yönü daha fazla ön plana çıkarılsaydı ve aksiyon sahneleri hikayenin genel akışının bir parçası haline getirilebilseydi eminim ki filmin izleyenler üzerindeki etkisi bambaşka olurdu. Bununla birlikte, bahsettiğimiz durum her ne kadar filmin senaryosunu zayıflatan bir niteliğe sahip olsa da “Hellboy 2: Altın Ordu”nun elindeki en büyük kozun yönetmeninin hayal gücü olduğunu unutmamak gerek. Çünkü film, bu sayede senaryosundaki tüm aksaklıkları ve yer yer durağanlaşan temposunu kamufle etmeyi başarmakta.
Hikayenin içinde yer alan diş perileri, troller, ölüm meleği ve “Trol Pazarı”nda karşımıza çıkan daha nice paranormal yaratık, birçoğumuzun rüyalarında bile kolay kolay sahip olamayacağı kadar sınırsız bir hayal gücünün eseri. Öte yandan özgün yaratık tasarımlarını birer birer incelemeyi bırakıp, filmin genel atmosferine bir göz attığımızda ise gidişatın bilimkurgu ve fantezi türüne damgasını vurmuş birçok sinema klasiğinden ilham aldığını görmek mümkün. Özellikle “Trol Pazarı” sahnesiyle bizleri “Yıldız Savaşları” serisinde görmeye alışık olduğumuz bir atmosferle buluşturan “Hellboy 2: Altın Ordu”nun nasıl olup da özgünlüğünü koruyabildiği ise oldukça ilginç bir soru.
Guillermo del Toro’nun sınırsız hayal gücü sayesinde orijinal karakterin korumayı başaran filmin, kendine has bir dokunuşa sahip olmasının en belirgin sebebi yönetmenin anlattığı fantastik öyküyü politikleştirme biçimi. “Pan’ın Labirenti”nde Ofelia’nın masalsı öyküsü nasıl İspanya tarihinin belirli bir bölümünü alegorik bir biçimde yeniden canlandırıyorsa, Hellboy’un New York şehrinin sokaklarında, metro tünellerinde ve bu tünellerin bağlandığı gizli mağaralarda geçen macerasının da başka bir boyutu var.
“Yüzüklerin Efendisi” serisinde ve daha birçok pre-modern öyküde ormanlarda ya da kırsal alanlarda görmeye alıştığımız doğaüstü yaratıkları şehir hayatının birer parçası haline getiren “Hellboy 2: Altın Ordu”nun şehirleşmeyle, endüstrileşmeyle bir derdi olduğu kesin. İnsan hayatını tehdit eden yaratıkları kent yaşamının kıyısına köşesine yerleştirirken, bir yandan da bu yaratıkları şehir hayatının, modernleşmenin kendi kendine ürettiğini belirten film, satır aralarında izleyenlere bir modern şehir hikayesi anlatmaktan yana. Şehir hayatının getirdiği yabancılaşmanın, ötekileştirmenin ve popülerleştirmenin ne gibi sonuçlar doğurduğunu sık sık belli eden Guillermo del Toro’nun, filmin en sonunda Hellboy’a söylettiği cümle ise filmin bu derdini başarıyla özetlemekte.
“Hellboy 2: Altın Ordu,” bana kalırsa Guillermo del Toro’nun, “Hobbit” macerasına soyunmadan önce üstesinden geldiği bir ısınma turu. Görsel ve düşünsel açıdan içerisinde sayısız zenginlik barındıran filmin, aksiyon sahnelerinden sonra kapıldığı durağanlık ve gidişatındaki aksaklıklar eminim ki senaryosunda Peter Jackson imzasını taşıyan “Hobbit”de tekrarlanmayacak. Guillermo del Toro’nun sınırsız hayal gücünü ve politik duruşunu Peter Jackson’ın hikaye anlatmadaki ustalığıyla birleştiren “Hobbit,” hepimizi derinden sarsacak bir yapım olacak. Ancak o zamana kadar “Hellboy 2: Altın Ordu”yla idare etmenin de oldukça keyifli bir bekleme süreci vaat ettiğini söyleyebiliriz.